“b l o G a s t e s i”



“b l o G a s t e s i”

27 Aralık 2008 Cumartesi

Yar Fırtınası



Rüzgarın esyior dışarıda. Tüm sokakları dolanıyor. Kasabanın tüm evlerinin duvarlarına çarpıyor. Bu sensin biliyorum. Kimse farkında değil.
Saçlarını mı savurdun yoksa? Ondan mı bu rüzgar?

Ağlıyor musun?
Göz yaşlarının kara dönüştüğü görülmüş şey değil ama olmuş işte. Her yer bembeyaz. Sensiz bir sabaha uyanmıştım yine. Evet, beyazdı toprağın örtüsü. Herkesi kovalamaya başladım sonra...
"Basmayın karlara. Durun.!"
diye bağırıyordum. Deli olduğumu düşünüyordu bütün kasaba halkı ama aldırmıyordum. Sahiden öyle olduğumdan mı yoksa vurdumduymazlık mı, inan ki bilmiyordum.
Ben o kadar "basmayın, o beyaz örtü aslında göz yaşı, ki en masum gözlerden dökülmüştüler" desem de bastılar ve ezdiler. Üstünden arabalar geçti. Nice nice insanlar...

ve dondu.

Buz tuttu canım göz yaşların. Önce beyaz bir örtü oldu toprağın üzerinde sonra saçak saçak buz. Fakat apartmanlardan sarkan saçaklar ağlayışını hatırlattı bana. Belki de o saçaklardan biri kopacak ve hiç tanımadığım, tanımak dahi istemediğim birisinin kafasını yaracaktı. Hani her bir göz yaşı damlasının benim yüreğimi yardığı gibi. Belki yüreğimde yarlar oluşacaktı. O "yarlar" bir süre sonra "yaralara" dönüşücekti...

Seni düşlemek uçumun kenarında dans etmek gibiydi. Heyecan verici, tehlikeli ve zor.
Neden zor?
Çünkü güzelliğini dimağımda bir türlü oluşturamıyordum. Yüzünü, ağzını, saçlarını, gülüşünü Tanrı'dan başka kimse çizemezdi. Benim yaptığım sadece seni görmediğim zamanlarda görüyormuş gibi yapmaktı. Denemiştim ama becerememiştim. Dimağım gerçekten sefildi.

Bütün gece essen keşke. Bu sensen ya da senin rüzgarınsa... Sabaha kadar bana eşlik etseniz. Çünkü sabah zaten kavuşacağız. Sen aynı zamanda doğan güneşsin. Eğer değilsen saçların neden o kadar sarı ve güzel?
ve parlak?
ve..

of!
keşke sabah olsa...

Emre C.



_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

14 Aralık 2008 Pazar

İlham Veren Fotoğraflar 1

























_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

10 Aralık 2008 Çarşamba

A.R.O.G - BirYontmaTaşFilmi



Ne zamandır merakla bekliyorduk acaba devamı nasıl olacak G.O.R.A'nın diye...
Merakımız gitti şükür.
Fakat beklediğimiz gibi bir film miydi?
İnsanların sinema salonları önünde sıraya girdiğine, beklediğine değdi mi?

***

Ben filmleri ilk sahneleriyle değerlendiririm. Aslında şöyle ki; bana göre bir film, iyi olup olmadığını ilk sahnesinden belli eder. Bu benim gözlemlediğim bir şey ve bugüne kadar da pek yanılmadım.

AROG da açılışıyla beni tatmin etti açıkçası. Daha ilk sahneden bizi kavrayıverdi. Korkmayın filmden önemli sahneleri anlatıp tadınızı kaçırmak niyetinde değilim. Ama kafanızda fikir oluşturması açısından bazı konulara değinmek istiyorum...

***

En baştaki sorulara toptan cevap vermem gerekirse: DEĞDİ
Hemen belirtmem gerekir ki, bu benim görüşüm. Bazı kişiler GORA'daki etkinin olmadığını, onun yanında sönük kaldığını söylemekteler. Belki GORA kadar etkili değil, evet; ama bir çok yönden etkili bir film olduğunu söyleyebilirim.

Bir filmi ne açıdan eleştirdiğimize de bağlı aslında. Halk için yapılan bir film mi; yoksa sanat için mi...AROG tam bir gişe filmi bunu belirtelim. Gişe filmi ne demek? Gişe filmi, daha çok halkın beğenisine hitap eden, halkın zevklerine uygun, yüksek gişe beklentisiyle yapılan film. AROG bu yaptığımız tanıma tıpatıp uyuyor. Eleştirenlerin beklentisi ne yöndeydi buna da bakmak lazım işte. AROG' da yapılmak istenen buydu ve başarılı olundu. (AROG ilk gün rekoru kırdı. Toplamda rekor kırar mı, bekleyip göreceğiz.)

***

Biraz filmden bahsedersek...

Fragmanlardan da izlediğiniz gibi, Arif kenidini bir anda Yontma Taş Devrinde buluveriyor. Nasıl olduğunu izleyince görürsünüz. İşin en komik yanı Arif'in her ortama ayak uydurma becerisi. İlk filmde de uzaya şıp diye ayak uydurmuş; bununla kalmayıp uzaydan kız kaçırmıştı.(Cekuuu)

Aslında olay gene Ceku'yla bağlantılı. Tam bir sevgi adamı olan Arif ne yapıyorsa Ceku'su için yapıyor. İlk filmde Ceku'ya aşık olan Logar da var gene. Fakat biraz daha farklı.

Film baştan sona güzel esprilerle örülü. Ayrıntılar daha bir güldürüyor insanı. Cem Yılmaz'ın "Bu filme dekoderle gelin" lafı boşa değilmiş. Dediği gibi küfürü minumuma indirmiş. İndiriceğim derken de filmin gazı mı kaçmış, takdir sizlerin artık.

Fragmanlarda da geçen ve benim en çok hoşuma giden esprilerden biri:

-Bir haftada cilalı taş, bir ayda yeni çağ, bu hızla bir aya kalmaz Fransız Devrimine kadar gideriz...

Espri demişken, gene yapılan yorumlarda espri olarak GORA'ya göre zayıf kaldığı iddia ediliyor. Belki doğru belki yanlış. Ama hangi filmde daha çok güldün derseniz inanın cevap veremem. Bence ikisi de oldukça komikti. Ya da şöyle demem en doğrusu sanırım. GORA gerçekten çok komik bir filmdi. Bu daha çok eğlenceliydi. Bayram günü ya da bir Pazar günü ailecek gidilebilecek enteresan, zevkli bir film. Sözün özü verdiğiniz paraya değer.

Alın yanınıza eşinizi, dostunuzu, sıraya girmeye üşenmeyin ve kendiniz görün filmi. Filmden çıkarken içimden şöyle dediğimi hatırlıyorum. Onunla bitirelim ve gidelim...

"Cem Yılmaz iyiki varsın ve sen bu ülkeye daha lazımsın..."

İyi Bayramlar...



_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

7 Aralık 2008 Pazar

Şiir Dediğin

şiir dediğin kırk
bilemedin yüzkırk
kelime
dişi kırık
ağzı yamuk
bilhassa benimkiler

şiir dediğin çatlak
hem deli
hem delik
aşk sızıyor
herbir yanından

şiir dediğin can
biraz içimde
biraz nisan
ah mercan!
biraz daha
biraz dahi

şiir dediğin sen
diyelim ki ben
seviyorum desem
gelsem
sonra
öpsem
çok mu yani
çok
mu?

şiir dediğin anne
birnevi karne
duygu notları
dizi dizi
annem kulağımı çekti
ayıpmış sonbaharda sevmek
ah anne!
anne?

şiir dediğin kırk
bilemedin yüzkırk
kelime
yazmak mı?
ne haddime
dokundurmak belki
yumurtanın sarısı
bitti şiirin yarısı
...

Emre C.
_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

Yazmak İçin Gereken Temel Bilgiler


Yazmak isteyen biri yazacak bilgi haznesini zenginleştirmeli, o bilgi haznesindekileri harmanlayıp yeni şeyler ortaya çıkarabilmelidir. Bu yüzden araştırmacı, yorumlayıcı olmalıdır.

Peki bu iş için gereken en temel bilgileri nereden, nasıl elde edebiliriz? Bir süredir çok işime yarayan, çoğumuzun sokakta görüp yıpranmış görüntüsünden etkilendiği için yerden almadığı, yazarın el çantasını sizinle paylaşmak istiyorum: okul derslerimiz.

Hangi türde yazıyor olursak olalım; dünyanın şimdiye kadar edinmiş olduğu bilgiler, ulusal kimliğimiz, kültürümüz en temel ve basit düzeyiyle okul derslerinde mevcut.

En basitinden bir Türk yazarı olarak Türkçemizi nasıl kullanmamız gerektiğini, ÖSS hazırlık kitaplarından birini alıp -olsa olsa- 20-30 sayfalık bir içeriği okuyarak öğrenebiliriz. Medyada, günlük hayatımızda çoğu kişinin Türk'ü Türk yapan dilimizi katlederken yapmaktan kaçındığı şey sadece 20-30 sayfalık bir okuma, evet!

Bir fantastik, bilimkurgu yazarı yeni bir dünya oluştururken okul derslerindeki biyolojinin, coğrafyanın, tarihin, felsefenin, fiziğin... ne kadar belirleyici ve ilham verici olduğunun farkında mı acaba?

Ne yazık ki öğrencilerin büyük bir kısmı okulu bir zorunluluk olarak görüyor; öğrendiği şeyleri sınavlarda başarılı olmak ve bu başarılarının kağıda dökülmesi ile daha başarılı bir iş hayatı elde edebilmek için öğreniyor. Böyle olmak zorunda değil...

Yazıma her ne kadar yazarın el çantası benzetmesiyle başlamış olsam da; bu bilgiler aynı zamanda 'farkında bir insan olmanın el çantası' diye düşünüyorum.

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

Linus Torvalds Der ki, En Güvenli Bilgisayar Fişi Çekilmiş Bilgisayardır

* Siz, dünyanın en önemli bilgisayar güvenlik firmalarından birinin temsilcisisiniz; e-maillerinizin okunmaması için siz nasıl tedbir alıyorsunuz?

Ben okunduğunu biliyorum, onun için hiçbir şey yapmıyorum. Yazdığınız e-mailin sadece siz ve gönderdiğiniz kişi tarafından okunması diye bir şey yok. Bütün e-mailler istenirse okunabilir. MSNdeki yazışmalar dahil...

* Sıradan bir vatandaşın e-mailini kim okur ki?
Okumaz, ama bir kopyasını saklar.

* Kim?

ABD.

* Her işin altından ABD çıkar diye mi, yoksa gerçekten ABD mi?
Gerçekten ABD. Çünkü dünyanın internet yapısına sahip olan ülkesi ABD. İnternetin doğduğu topraklar orası. Bu işi 1970lerde çözdüler. Bütün standardı belirleyen de ABD.

* Avrupa?
Avrupa bu durumun farkına varıp, kendi internet omurgasına sahip çıktı. Devlet kurumlarının portlarını, IPlerini kesinlikle dinlettirmiyor. Bunu vatandaşlarının, şirketlerinin kullandığı internet ortamına yaymaya çalışıyor.

* Onlar ABDden kaçabildi yani?
Bir yere kadar. Çünkü bir Avrupalı Yahooya ya da Gmail adresine e-mail attığı zaman yine yakalanıyor. Ne de olsa bu adreslerin hepsinin ana serverı, hostingi ABDde. Asıl posta kutusu orası.

* Peki ABD bu kadar bilgiyi ne yapıyor?
Aradıkları bazı belli kelimeler var. O yüzden sürekli tarama yapıyorlar. Mesela bir elektronik postanın içinde El Kaide kelimesi geçiyorsa o posta taramaya takılıyor. Taramadan kaçmak isteyenler kripto yöntemini kullanıyor, ama o da çözüm değil. Çünkü tarama sırasında ardışık kelime düzeneklerine sıklıkla rastlanırsa, sistem bunun bir kripto olduğunu anlayıp, onu da kenara ayırıyor. Tabii dünyada çözülemeyecek hiçbir kripto da olmadığı için kaçmak mümkün olmuyor.

* Böyle bir tarama imkanı varsa peki niye dünyanın e-mailini saklıyor?
Bu zararlı, bu zararsız diye ayırmaya vakti yok. Onun yerine saklayıp, bir gün lâzım olursa diye elinde tutuyor. Mesela sizin de şu anda e-mail kutunuzda sakladığınız e-mailler vardır. Oradan da bakabilirler.

* Yani aslında hepimizin e-mail kutusu onlar için istedikleri zaman açıp okuyabilecekleri bir defter gibi?
Kesinlikle, isterlerse sakladıkları yerden çıkartıp içine bakabiliyorlar.

* Demek ki kendimize ahım şahım internet şifreleri bulmamıza gerek yok; çünkü zaten o kapıdan girmiyorlar?
O kapıdan hackerlar giriyor ki, onlar için de şifreyi kırmak küçük mesele. Kendi yazdıkları scriptler var ellerinde. Kaldı ki zaten hackerlar da kontrol ettikleri bant genişliğinin bir kısmıyla e-mail trafiğini tarayabiliyorlar. İşlerine yarar bir şey bulurlarsa o zaman kapıdan içeriye girip, bilgiyi alıp, çıkıyorlar.

* Aynı tehlike devlet için de geçerli mi?
Elbette.

* O zaman demek ki korunması uğruna bu kadar ölünen ve öldürülen devletimizin durumu da hiç parlak değil?
Doğrusu devletin çok kritik olan yazışmalarının internet ortamında yapıldığını zannetmiyorum. Bence hâlâ özel ulak sistemini kullanıyorlar.

* Tabii ki savaş kararını internette almıyorlardır ama siz demediniz mi hostinglerimiz ABDde, bütün bilgilerimiz orada saklanıyor diye?
Ama devlete ait hostingleri değil, diğer kuruluşların hostinglerini kastettim. Tabii orada da şöyle bir sorun var; siz firmanız için Türkiyedeki bir hosting şirketinden yer alıyorsunuz, sonra bir bakıyorsunuz ki Türkiyedeki hosting şirketinin serverları ABD de. Yani her tryle biten e-mail adresinin hostingi de Türkiyede olmayabilir.

* Yine de daha net soralım: Türk Dışişlerinin bir yazışması şu anda ABDde saklanıyor mu, saklanmıyor mu?
Eğer kendi kurumlarının gov.tr adreslerini kullanıyorlarsa ve bu adresleri de Türkiyede hostinglendiyse hayır, bu yazışma ABDde değil, Türk Dışişlerinin hostinginde saklanır. Ama eğer yazışma, posta kutusu ABDde olan bir adresle yapılırsa tabii saklama da ABDde yapılır.

* Yalnız bu arada öğreniyoruz ki ister ABD, ister Türkiye olsun, sonuçta bütün yazışmalar mutlaka bir yerlere kaydediliyor?
Elbette, bütün yazışmaların birer kopyaları mutlaka bağlı oldukları hostinglerde saklanır.

* Peki Türkiyedeki hostingler kimlerin denetimi altında?
Hiç kimsenin. Öyle bir denetim mekanizması yok. Hosting dediğimiz yerler bağlı oldukları binada bir odadır. Özel olarak soğutulmuş o odada bir sürü serverlar dizisi, modemler, bağlantılar bulunur.

* Buranın anahtarı kimdedir?
Kimsede olmaması gerekir, ama Türkiye kendi portlarına, yani kendi IP ve URLlerine sahip çıkmadığı için anahtarı da isteyen tüm hackerların eline kendisi vermiş oluyor.

* IPlere ve URLlere nasıl sahip çıkılır?
Her gün güvenlik açığı denetimi yapılarak.

* Her gün güvenlik açığı denetimi yapmak demek, elektronik sınırlarınıza elektronik askerler mi dikmek demektir?
Bu işlem tam olarak size bir ayna tutulması demektir. Birinin tüm sisteminizi uzaktan erişimle tarayıp, size ne çöpünüzün olduğunu göstermesi gerekir. Böylece kendinizin dışarıdan nasıl göründüğünü öğrenmiş olursunuz. Sırf bunun için hacker simülasyonları yapılır. Etik hackerlar, Bir hacker olsam bu sistemi neresinden çökertirdim diye ataklar yapar. Bunun her gün yapılması gerekir.

* Türkiye bunu yapmıyor mu?
Yapmıyor. Bizim aynamız yok.

* Başka ne yapmıyor?
Devlette bilgisayarla ilgili önemli konumların başına çok da bilgi sahibi olmayan kişileri getiriyor. Sorumluluk bu kişilerde oluyor, ama yetkiyi alt kadro kullanıyor.

* Sistemini denetlememenin ya da başkalarına kaptırmanın en kötü sonucu ne olabilir?
Bir ülkenin bilgisayar alt yapısını ele geçirirseniz o ülkeyi hareket edemez hale getirirsiniz. Data iletişimini ortadan kaldırdığınız anda herkes sudan çıkmış balığa döner. Uyduları hackleyip GPS sistemini kaydırdığınız anda kimse nerede olduğunu bile bulamaz. Bağdatı vuracağım diye füze gönderdiğinizde gidip Tel Avivi vurabilirsiniz. Çünkü artık bütün dünya GPS hizmetlerini ABDnin yerleştirdiği uydulardan alıyor.

* Türkiye ne kadar açık bu tehlikeye?
Onu kestirebilmek mümkün değil. Ben hem Genelkurmayın hem de devletin diğer kademelerinin bu riskleri göz önünde bulundurup çeşitli önlemler aldıklarını umuyorum.

Dünyanın en iyi hackerları Türkiyeden çıkıyor

* En iyi hackerlar hangi ülkelerden çıkıyor?
Başlangıçta ABDdeydi, ama artık Rusya ve Türkiye.

* Niye Rusya ve Türkiye?
Güvenlik nerede daha azsa, en iyi hackerlar da orada yetişir. Rusya ve Türkiye, dünyanın elektronik ortamdaki en güvensiz ülkeleri.

* Göğsümüzü kabartacak kadar başarılı hackerımız var mı peki?
Çok çok iyileri var. Hatta İngiliz gizli servisine çalışan Türk hackerları var. Ve çok ciddi paralar karşılığında... Çünkü ne kadar çok siteyi ne kadar daha kısa sürede hacklerlerse o kadar başarılı oluyorlar ve isim yapıyorlar. Zaten en iyilerine de firmalardan ya da devletten iş teklifi gelir.

* Bizde devlet hackerlarla çalışıyor mu?
Artık her devlet hackerlarla çalışmak zorunda. Biz de bunu yapıyoruz, ama Türkiyede genellikle suça karışmamış hackerlar tercih ediliyor.

* Mesela 3 bin Türk hacker Ermenistan ve Fransada yaklaşık 250 siteyi çökertmişti. Bu tip işlerin içinde yönlendirme var mıdır?
Bunlar kendi portallarında biraraya gelip, hareket ediyorlar. Onları yönlendirmek için çok fazla bir şey yapmaya gerek yok. Biri çıkıp Fransızların ihalelere girmesini yasakladım dediği anda birileri de harekete geçiyor. Çünkü bizim Türk hackerları çoğunlukla milliyetçidir. Türkiyede bu tip binlerce hacker var.

Dikkat edin! Bu yıl hacklenebilirsiniz

Uluslararası bir güvenlik meslek birliği (ISSA) var. Burası üyelerine 2006nın Aralık ayından beri sürekli uyarılar gönderiyor; 2007 hackerların yılı olacak diye... Maalesef çok fazla sayıda uyarı aldık. Çünkü bir el büyüklüğündeki, taşınabilir bilgisayarları n sayısı 2005 ve 2006da çok fazla arttı. Bu bilgisayarları n tamamı ya wierlessi, ya bluetoothu ya da GPRSi kullanıyor. Yani internet kullanıcılarının çoğunun bilgisi artık havada dolaşıyor. Bu durum hackerlar için bulunmaz bir fırsat. Nitekim Türkiyede de son bir aydır hacklenen sitelerin sayısında ciddi bir artış var. Hacklenmeye karşı kişisel olarak alacağınız tek bir önlem var; kablosuz ağ bağlantılarını kullanmayın.

Zaman gazetesi kendini devletten daha iyi koruyor.

Zaman gazetesi internet alt yapısına ve kullandığı elektronik ortama çok önem veriyor. Piyasada bildiğimiz tüm iyi isimlerin oraya girdiğinizi duyuyoruz. Bankalar arasında da Fortis Bank ve HSBC bu işi dört dörtlük yapıyor. Zaten banka mağdurları arasında bu banka isimlerinin hiç geçmediğini görürsünüz. Sayıştay raporundaki uyarılardan sonra devlette de bir refleks oluştu. Güvenliğe her geçen gün biraz daha önem veriyorlar. Ama şu an için dört dörtlük korunan bir devlet kurumu var, diyemiyorum. Bu yoktur anlamına da gelmiyor, ama şu anda ben bu bilgiye sahip değilim.

21inci yüzyılın Çin Seddi www.marines. com

* Asla hacklenmeyecek bir internet sitesi var mıdır?
Her an savaşa hazır bekleyen Amerikan deniz piyadeleri vardır, onların marines.com sitesi... 2003 yılından beri dünyanın en fazla atak alan sitesidir. Bütün Afganlılar, İranlılar, Iraklılar kırmaya çalışmıştır, ama kırılamadı. Yahoo ve VISA da aynı şekilde... Çünkü hacklenmemenin bir çözümü var. Ama Türkiyede bu çözüme önem verilmiyor.

* En güvenliği olmayan bilgisayar?
Wireless, yani kablosuz internetten mümkün olduğu kadar kaçınmanız gerekiyor. Hakikaten güvenlik istiyorsanız bunu kullanmayacaksı nız. Çünkü artık o bilgileriniz havada. Hackerların en çok izlediği bilgiler bu tür bilgilerdir.

* En güvenli bilgisayar?
Dünyanın ikinci büyük temel işletim sistemi LINUXı yazan Linus Torvalds der ki, En güvenli bilgisayar fişi çekilmiş bilgisayardır.

Telekomun sahibi kimse otorite de onun elindedir

* Telekomun tamamının özelleştirilmesi sizce de hata mı oldu?
Valla şu anda internet alt yapısını özel bir şirkete bırakmış durumdasınız. Devletin otorite olması gereken yerde, özel sektördeki bir firma otorite konumunda. Tüm dünyada Telekom benzeri firmalar özelleştiriliyor, ama onların sadece tahsis ve dağıtımları özelleştiriliyor. Asıl giriş ve çıkışların yapıldığı, bilgilerin toplandığı yerler tamamen devletin elinde kalıyor. Bizde ise sistemin tamamı özelleştirilmiş durumda. Devletin üst kademesindeki kurumların kendilerine ait, Telekomdan bağımsız bir hatları var. Ama dışarıdan birilerini aradıkları zaman sonuçta yine standart hatta bağlanıyorlar. Kaldı ki artık herkes cep telefonu kullanıyor. Ona bakarsanız onlar da özel şirketlerin elinde.

3N+1K

KİM: İnan Taptık, 1961 İstanbul doğumlu. Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi mezunu. İlk bilgisayarını 1982de aldı. Kendi kendine programlar yazmaya başladığı bu merakı, kısa sürede ticarete dönüştü. 40 yaşında emekli olup teknede yaşamaya başlayacağım dedi ve yaptı. Ama bir sorun vardı: Teknede hobi olsun diye hazırladığı internet siteleri sürekli hackleniyordu. Kendimi hackten nasıl korurum diye bir araştırma yapınca ABDli Hacker Safe şirketiyle tanıştı. Taptık, şirket merkezinin, pek çok güvenlik araştırmasından geçtikten sonra geçen Eylülden itibaren Türkiye temsilcisi oldu.

NEDEN: Buna güler misiniz ağlar mısınız bilemiyoruz, ama bizim galiba gerçekten derin devletimiz falan yok. Bizimki olsa olsa derin kabak çiçeği dir. İşte siber coğrafyadaki halimiz... Bilişim ve teknolojiyle ilişkimiz o kadar laubali ki bu durum bir derin devlet imizin bile olmadığının en iyi kanıtı. Ama eğer güzel akıl yerine sadece illegal zekâ isterseniz; onda birinci olduğumuzun kanıtı da yine İnan Taptıkın anlattıklarında var.

NE ZAMAN: 2 Şubat, Cuma günü.

NEREDE: Hacker Safein Yeşilköydeki binasında.

Haber: Devrim SEVİMAY
http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=haberdetay&
tarih=05.02.2007&Newsid=107033&Categoryid=1

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

Aytun Çıray : Ahmet İnsel Türkler' den Özür Dilemeli

Başta Prof. Ahmet İnsel ve arkadaşları: “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” diyerek internette bir kampanya başlatacaklarmış .

Halbuki Osmanlı’dan bu yana Türkler, Ermeni iddiaları ve tehcir olayı ile ilgili olarak hiç duyarsız kalmamışlardır.

Nitekim tehcirin nedenlerinin, sürecinin ve sonuçlarının incelenmesi için daha 1919 yılında Osmanlı Devleti Batılı Devletlere bir öneri getirdi.

Herbirinden iki hukukçunun katılımı ile kurulacak bir komisyon kurularak, gerekli incelemelerin yapılmasını istedi. Fakat daha o dönemde tarihi farklı olarak yazmaya karar vermiş olanlar bu teklifi reddettiler.

Nitekim aynı zihniyet Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun benzer çağrısını da reddetmiş, bu konuyu kabul eden Batılı bir bilim adamını da tehdit ederek geri adım attırmıştır.

Bu “aydınlar” İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un bile Lordlar Kamarasında:" Ermeniler bazı kişi ve çevrelerin kabul ettiği gibi masum birer kuzu değillerdir ve şu anda elimde Ermenilerce Türklere karşı girişilen kanlı olayları gösteren belgeler bulunmaktadır” dediğini bildikleri halde…

“Asala cinayetleri” daha dün olmuşken…

1914 yılında Venedik'te bizzat Ermeniler tarafından bastırılan bir harita ve belgede Osmanlı sınırları içindeki toplam Ermeni nüfusu, 1.400.000 olarak gösterilmiş olmasına rağmen, 1915 sözde Ermeni soykırımında 1,5 milyon kişinin öldürüldüğü yalanı hala söylenip dururken…
Prof. Ahmet İnsel ve onun gibi düşünenlerin Türk Milleti’ne haksızlık ettikleri için Ermenilerden değil, Türk milletinden özür dilemelerini bekliyorum.

Bu durumda ben de bir kampanya başlatıyorum.

Turktime’da (www.turktime. com) yapılan oylamaya katılarak “Ahmet İnsel Ermenilerden özür dilemelidir” veya “Ahmet İnsel Türklerden özür dilemelidir” seçeneklerinden birini tıklamalarını rica ederim.

Ve ilk oyu açıkça ben kullanıyorum: “Ahmet İnsel Türklerden özür dilemelidir”

Aytun Çıray | aytunciray@turktime .com

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

5 Aralık 2008 Cuma

102 Yaşındaki Nineden Son Günlerde Gözü Doymak Bilmeyen İnsanlarımıza Büyük Ders!!!

Kaymakamın yardım teklifini kabul etmedi

Aydın'ın Nazilli ilçesinde, 102 yaşındaki kadın, ziyaretine gelen Kaymakam Caner Yıldız'ın yardım teklifini “Haram olur. İhtiyacı olana verin” diyerek geri çevirdi.Kaymakam Yıldız, 3 çocuk ve 10 torun sahibi olan, 5 nesli gören 102 yaşındaki Hatice Aktaş'ı bayram dolayısıyla ziyaret etti.Yıldız'ın elini öperek “Bir isteğin var mı, ben kaymakamım, sana yiyecek göndereyim, kömür vereyim” teklifinde bulunduğu yaşlı kadın, “Oğlum, buraya kadar geldin, beni bahtiyar ettin. Allah sana hacıya gitmiş gelmiş sevabı yazsın. Ben hayatta haram yemedim. Çocuklarım bana bakıyor. Sen git yardımını fakir olanlara yap, onların duasını al” dedi.Bu yanıt karşısında duygulandığı gözlenen Kaymakam Yıldız, “Aman Allah'ım, 102 yaşındaki tarih gibi olan bir nineden bu sözleri duymak bu milletin öz karakteristik yapısıdır. Onun için bu milletin sırtı yere gelmez” diye konuştu.Kaymakam Yıldız'a anılarını anlatan Hatice Aktaş, iki dayısının Çanakkale'ye gidip geri dönmediğini, babasının İstiklal Savaşı gazisi olduğunu, çocukluğunda evini basan çetenin teyzesi, anneannesi ve bir dayısını ayaklarından astığını belirtti.Aktaş, Büyük Önder Atatürk öldüğünde ağlayıp bayıldığını, her gün namaz kıldığında Atatürk için de dua ettiğini söyledi.Bu arada, astım hastası olduğu bildirilen Hatice Aktaş için yakınları Kaymakam Yıldız'dan sert yatakta sırtının su toplaması nedeniyle yatak istedi.

Keşke Herkes Senin Gibi Olsa Ninem, Ya Da Senden Ders Alabilseler...

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

4 Aralık 2008 Perşembe

Fast Food Beyni de Vuruyor

Günümüzde bir yaşama biçimi haline gelen fast food türü beslenmenin, insan metabolizması nda çeşitli rahatsızlıklara sebep olduğu, özellikle obeziteye yol açtığı artık herkes tarafından biliniyor. Ancak İngiltere'de uzun süredir devam eden bir araştırmanın sonuçları, bu beslenme tarzının, beyinde de önemli hasarlar oluşturarak unutkanlık, depresyon, alzheimer ve şizofrenik oluşumlar meydana getirdiğini ortaya çıkardı.

İngiltere Zihin Sağlığı Vakfı'nın desteğiyle yürütülen araştırmaya göre; fast food tarzı beslenmede yararlı yağların, vitamin ve minerallerin eksik alınması yüzünden zihin sağlığı üzerinde olumsuz etkiler meydana geliyor. "Vücudu iyi beslemek, zihni de iyi beslemek anlamına geliyor" diyen Araştırma Direktörü Dr. Courtney Van de Weyer, insanların son zamanlarda edindikleri beslenme alışkanlıklarının "dengeli ve sağlıklı" olmaktan çıktığını söylüyor.

Fast food türü besinlerde kullanılan katkı maddelerinin organizmada anormal değişikliklere yol açtığını da belirten Dr. Courtney Van de Weyer, "Bu sebeple insanlar; omega 3 ve omega 6 gibi faydalı yağ asitleri yeteri kadar alamıyor. Bu dengesizliğe vitamin ve mineral eksikliği de eklenince, hafıza problemleri ve depresyon ortaya çıkıyor. Daha ileri dönemlerde ise alzheimer ve şizofreni belirtileri ortaya çıkmaya başlıyor" diyor.

Beyne faydalı ürünler:

* Sebzeler (Lifli olanlar)

* Tohumlar ve fındık

* Meyveler

* Buğday, kepek

* Organik yumurta

* Doğal olarak yetişen balıklar

Beyne zararlı ürünler:

* Kızartılmış fast food yiyecekler

* Rafine edilmiş ve işlenmiş besinler

* Alkol

* Şeker

* Fazla çay ve kahve

* Besinlere konulan bazı ek maddeler

* Tarım ilacı içeren besinler

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

Türkçesi Varken ?...








_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu Kimdir?

1935 yılında doğdu. Adı; Oktay SİNANOĞLU.

1953 / 18 yaş: Atatürk tarafından 1928 yılında kurulmuş TED Yenişehir Lisesi'ni burslu olarak okudu ve birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla kimya mühendisliği okumak üzere ABD'ye gitti.

1956 / 21 yaş: ABD Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley Kimya mühendisliği'ni birincilikle bitirdi.

1957 / 22 yaş: Massachusetts Institute of Technology 'yi ( MIT ) 8 ayda birincilikle bitirerek Yüksek kimya Mühendisi oldu.

1960 / 25 yaş: Yale Üniversitesinde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı.

1961 / 26 yaş: Atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı ile doçent ve 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırdı ve profesör ünvanını aldı. Bu unvan ile MODERN ÜNİVERSİTE TARİHİNİN VE YALE ÜNİVERSİTESİNİN TARİHİNİN EN GENÇ PROFESÖRÜ oldu.

1964 / 29 yaş: ODTÜ’ye danışman profesör oldu. Yale Üniversitesinde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atandı. Dünyada yeni kurulmaya başlayan MOLEKÜLER BİYOLOJİ dalının ilk birkaç profesöründen biri oldu. (Watson ve Crick sarmal modelindeki DNA sarmalının çözelti içinde o halde nasıl durduğunu keşfeden adam - solvofobik kuvvet) Amerikan Ulusal bilimler akademisine Üye olarak seçildi. Buraya seçilen ilk ve tek Türk oldu. İki defa Nobel'e aday gösterildi. Defalarca Nobel Akademisinin isteği üzerine Nobel ' e adaylar gösterdi. Dünyanın sayısız yerinde sayısız buluşları ve teoremleri ile ilgili sayısız konferans verdi. Şu anda 67 yaşında; 26 yaşından beri devam ettiği Yale Üniversitesi’nde Moleküler biyoloji ve kimya olmak üzere iki kürsüde profesör ve son 7 senedir görev yaptığı Yıldız Teknik Üniversitesi'nde ise Kimya dalında olmak üzere bir kürsüde Profesör olarak görevini sürdürüyor. "...Ben baktım, Türk Bayrağı, Atatürk karşımda, cam çerçeveli olduğu için bayrağın üstünde kendi yansımamı görüyorum. İçimden yemin ettim, dedim ki: Gideceğim ve orada söz sahibi olacağım, ondan sonra gelip o namussuzlarla burada uğraşacağım. O zaman anlamıştım ki burada kalırsam Amerika’nın kölesi olurum, oraya gidersem Amerika'nın efendisi olur, buraya gelip onlarla daha rahat mücadele ederim. Ve iste bizi gönderdiler..."

"...Yeni bulduğum kuvvete, etkiye bir isim koymalıydım. Kuvvetin mahiyeti öyle ya, DNA molekülleri suyu tutacaklarına birbirlerini tutmayı tercih ediyorlar, yani sıvıdan kaçıyorlar, o yüzden alanlarını küçültüyorlar, çift sarmal oluyor. Sonunda solvent ten solvo dedim, 'kaçar, korkar' anlamında da 'fobik' dedim, 'solvofobik' oldu..." "...Hiçbir zaman Amerikan vatandaşı olmayı düşünmedim. Aklımdan dahi geçmedi. Ben atalarımdan beri Türk kimliğimle varım. Ne yaptıysam o sayede yaptım. Ona buna yaranayım diye değil. Otuz yılda bak milleti ne hale soktular. Şimdi de 'açlıkla' terbiye ediyorlar. Ayarlı basının köşe yazarlarından biri geçenlerde Avrupa Birliğine girmenin yararlarından diye 'O zaman bu ay yıldızlı pasaport ile Avrupa kapılarına gitmenin utancından kurtulacağım ' diyor. Tanrı, bu millete acısın..."

"...Yıldız Teknikte kimyada bir takım hanımlar var beyler var, profesör, doçent. Dışarıda da vardır. Burada da var, entrikalar döner, ona buna köstek olurlar. Birkaçı dedikoducu belli odama geliyorlar. Herkeste dâhili telefon var. Ankara'ya bile telefon edemiyorsun, bilgisayardan bağlanamıyorsun. Bölüm başkanlarının telefonları vardı, onlar da benim yanımda ya. Şuraya bir telefon bulun bari dedim. Bilgi çağındayım diyorsunuz daha telefon çağına gelmemişsiniz diyorum. Bilgisayara telefonu bağlayamıyorsun. Internet yok. Üç dört yıl bağlantı kurulmadı. Hüseyin Afşar'a (bölüm başkanı) bari bir telefon bulun dedim. Bana direk telefonundan paralel hat çektirdi. Bazen o yokken arıyorlar, telefonu açıp sekreteriyim diyorum. Bölümde iki tane meraklı hanım var, ortalıkta dolaşıp dedikodu yapıyorlar. Bunlar bir gün odama geldiler o sırada da telefon çaldı. Bu ne dediler. Ben de saf saf telefon dedim. Ertesi gün geldim, makas attırıp kestirmişler, koridordan teli kesmişler. Ben de zannediyorum ki, ben bunlar için fırsatım, öyle konular var ki dünyada herkes gelmiş, Yale'de benden öğrenmiş; Rusya'sından, Doğu blok’undan, Avrupa’sından. Ben ayaklarına gelmişim, yeni bir şey öğrenin yapın. Yok. Özel ders açtık, yepyeni şeyleri dünyada ilk defa anlatıyorum, dışarıda herkesin benden öğrenmek istediği şeyleri Türkiye'de Türkçe anlatıyorum. Alakası olmayan, fizikten, matematikten insanlar geliyor, asıl gelmesi gerekenler yok!"

"...ABD içinden çok göçmüş bir ülkedir, tabii pat diye göçmez, arada bir canlanır, tekrar bir şeyler olur ama içinden çok zayıf tarafları vardır. Dünyada en büyük borcu olan devlet mesela. İç ve dış. Ama bir devingen tarafı vardır, arada birşey çıkarırlar bir sene öyle idare ederler, sonra yine inişe geçerler. Öyle pek göründüğü gibi bir güç değildir..." "...GENÇLER, Türkiye'de adet haline gelmiş göstermelik işlerden kaçının. Sırf üniversite bitirdi desinler diye, ananız babanız Amerika'da mastır yaptı diye öğünebilsin diye yükseköğrenime gitmeyin. Sonunda ancak kendinizi kandırırsınız. Temel gayeleriniz, kendinizin ufak çıkarları ötesinde, kendiniz dışında, bu ülke, bu ulus, Türk dünyası, Avrasya, insanlık için olsun. Yüksek hedefleriniz için çalışın. O zaman, kendi durumunuz da kendiliğinden düzelecektir. Maddiyat ile maneviyatı dengeleyin. Formülünüz bilim' + 'gönül'dür. Bu iki kanadın biri eksik olursa ne kendinize ne de insanlığa hayrınız dokunur.

Gündelik, siyaset, çıkar grupları, dışardan güdümlü gizli veya açık "cemiyet"lerden uzak durun. Atatürk’ün dediklerini bol bol okuyun, onları işte bu günler için demiş, yazmış. Türkiye'nin şerefli, refahlı, itibarlı ve bağımsız geleceği için Atatürk yolumuzu çizmiştir. Dış ülkelerden, onların yerli kuyruklarından medet ummayın. Gayeleri bize yardımcı olmak değil, Türk adını tarihten silmektir. Dünyanın neresinde olursanız olun, kimliğinizi, Türk dilini, Türk tarih ve kültür bilincini, binlerce yıllık geleneğini kaybetmeyin. Dış gibi konuşup yabancıdan ayırt edilemez hale gelmek hiç şart değil. Unutmayın ki Türk olmak bir kafa, gönül işidir. Türk; kültürüyle, diliyle, ata sevgisiyle Türk’tür. Soy sop meselesi karıştırarak, o her şeyimizi borçlu olduğumuz şerefli atalarımızı karalamaya çalışan iç düşmanların kitaplarına, yaygaralarına kulak asmayın. Kültür genleri, ırk genlerinden daha önemlidir.

Vatanı, milleti için her türlü fedakârlığa hazır bir taban gerekiyor. Bu taban son elli yılda hayli eritilmiş, kafası, gönlü karıştırılmış, birbirine düşen kesimler, dışa bağımlı sahte aydınlar, içinde vatanının geleceğini düşünmeyen, daha da acısı vurdum-duymazlaşmış alabalıklar oluşturulmuştur. Bu durumda gerçek bir önder çıkabilse bile başarılı olması şansı pek azdır. Şimdi yapılacak iş hızla bu toplumun yeniden kaynaşmasına, bilinçlenmesine, vatanını, milletini kendisinden önce düşünen insanların çoğalmasına önayak olmaktır. Türkiye’yi tekrar Kuvayi Milliye ruhu, Atatürk ruhu kurtaracaktır..."

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

İlk Arabalı Vapur Bir Türk' ün Buluşu


Şirketi Hayriye (1851) kurulmuştur, ama bir türlü iyi idare edilemez. Ta ki Hüseyin Haki Efendi şirketin müdürlüğüne getirilinceye kadar. Dürüst, akıllı ve çalışkan bir olan Hüseyin Haki Efendi şirketin sorunları tespit eder. Suiistimalleri engeller. İşler yolundadır. Sadece Köprü (Galata Köprüsü) ile Üsküdar iskeleleri vardır. Boğazda iskelesi olmayan köylere iskeleler kurulur, binaları yapılır, iskelelerde kışın soba yakılır, vapur saatleri çizelgesi asılır, yanına bir de saat. Aksaklıkları önlemek için sayfaları numaralı şikayet defterleri konur.


İşler yolundadır kayıkçıların mızmızlanması dışında. Boğazda eskiden beri iki yaka arasında askeri araç malzeme, ağır ve büyük yük, hayvan taşımak akıntı rüzgar vs nedenlerden ötürü oldukça zor bir işti.O yıllarda Londra'da Thames Nehrinde iki yakaya çekilmiş zincirlerin yardımı ile sal benzeri tekneler kullanılıyordu.

Hüseyin Haki Efendi, Boğaz'da at, araba ve eşya nakline bir kolaylık bulmak amacıyla düşündü, taşında; sonra yıllarca umum müfettişlikte bulunmuş İskender Efendi ile şirketin Hasköy'deki fabrikasının sermimarı Mehmed Usta ile başbaşa verip o güne kadar benzeri Görülmemiş bir tekne tipi yarattı.


Bu gün araba vapuru dediğimiz, iki tarafından da karaya indirilecek kapakları bulunan, hem ileri hem de geri gidebilen araba vapuru ya da feribot dediğimiz gemilerin gerçek bir prototipiydi bu tekne. Ana güvertesi baştan sona dümdüzdü, buraya atlar, arabalar alınacaktı. Yolcular da üstteki salonlara çıkacaklardı.

Haki Efendi, çizdikleri eskizleri Mehmed Usta'yla İngiltere'deki Maudslay Sons And Elelds tezgahlarına gönderdi. 26 numara verilecek Suhulet ('Kolaylık') adlı bu araba vapurunun inşası, 1871 yılında sona erdirildi. Teknesi sac olan vapur 555 gros, 157 net tonluktu. Uzunluğu 45.7 m., genişliği 8.5m., su çeken 3 m. kadardı. 450 beygir gücündeki tek silindirli iki genişlemeli makinesinin döndürdüğü yandan çarkla, sa­atte 7 mil hız yapabilecekti.


SUHULET İNGİLTERE'DEN GELİYOR

Vapurun İngiltere'den yurda getirilmesi pek de kolay olmadı. Suhulet, şiddetli fırtınalar nede­niyle birkaç kere sulara kayna­mak tehlikesi atlattı. Öyle ki, İn­giliz kaptanın, su kesimi az, üstü havaleli, safrası olmayan, üstelik de boş bir tekneyle, böylesine maceralı bir yolculuğa bir daha asla çıkmayacağına yemin ettiği söylenir.

Sonuçta Suhulet, sapasağlam bir şekilde İstanbul'a varabildi ve 1872 yılının başlarında hiz­mete kondu. Hemen arkasından aynı tersaneye bir eşi daha ıs­marlandı: 27 numara verilecek Sahilbent'in İlkinden farkı, tek yerine çift makineli olmasıydı. Adı 'İki kıyıyı bağlayan' anlamı­na geliyordu. Vapurlara bu İsim­leri ünlü vatan şairimiz Namık Kemal'in koyduğu rivayet edilir.

KAYIKÇILAR İSYANDA

Suhulet'in gelişinden memnun olmayanlar da var. Vapurların faaliyete geçmesi ile yolcularını kaybeden kayıkçılar fırsat kollamaktadırlar. Gizlice camlarını taşlayıp ya da aniden hiç olmadık yerlerde vapurların karşılarına çıkıp onları durdurmaya çalışıyorlar. Suhulet ilk seferinde Üsküdar'dan alacağı bir topçu kıtasını karşıya, Kabataş'a geçirecekti. Kayıkçılar hemen kayıklarını yan yana, birbirlerine zincirleyerek iskelenin önünü kapattılar. Akıllarınca, Suhulet'in gelip iskeleye yanaşmasını engelleyeceklerdi. Ama oradaki topçu bataryasının subayı topları üzerlerine çevirince zincirleri tez elden çözmekten başka çare kalmamıştı.


69 BACA NUMARALI VAPUR

Bu iki vapur o kadar sağlam çıktı ki. İlki 89 yıl çalıştırıldık­tan sonra, ancak 1961'de, sökülmek üzere satıldı. İkincisi de 1959'da hiz­met dışı bırakıldıktan sonra satıldı; birkaç kez el değiştirdi, deği­şikliklere uğradı. 125 yıl sonra, 1996'da, hâ­lâ çalışmaya devam et­mekteydi.

Şirket-i Hayriye'nin ruhu, Hüseyin Haki Efendi idi. Yıllarını hep şirketin iyi el­lerde dürüst bir şekilde çalıştırıl­ması için harcamıştı. 1894'te has­talanarak İşten ayrıldı; 1895'tc ise 7 Ocak günü, gözlerini hayata yumdu.

Şirket, 1911 'de hizmete koy­duğu 69 baca numaralı vapuru­na onun adını verdi. Fakat bu vapur, Şehir Hatları İşletmesi'ne satılınca, adı Göztepe olarak de­ğiştirildi. Aradan yıllar geçti. Şe­hir Hatları İşletmesi, 1963'te Haliç Tersanesi'nde inşa ettirdi­ği bir araba vapuruna yine Hü­seyin Haki adını verdi. Yıllarca bu değerli yöneticinin adını li­man sularında gezdiren bu va­pur da 80'li yıllarda kadro dışı bırakıldı.

Bugün Hüseyin Haki adını taşıyan bir vapurumuz yok. Ama Hüseyin Haki Efendi'nin adı, sivil denizcilik tarihimizin çok önemli bir kişisi olarak hâlâ denizcilerin kalbinde yaşamakta devam ediyor.

Kaynak : Popüler Tarih Mart 2001 Sayı : 10 Eser TUTEL

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

İngilizler Yine Hindistan’da

Hindistan’ın elbet bir tarihi vardır. Bana göre Hindistan’ın Tarihi, art arda geçirdiği istilaların tarihidir.

Önce Arapların, Tatarların, Moğolların istilasına uğramışlar. Ama asıl talanın İngilizler tarafından yapıldığı aşikârdır.

İngilizler, yerli köy topluluklarını yıkarak, yerli sanayi dağıtarak, yerli toplumda yüksek ve değerli olan her şeyi tasfiye ederek gelişmekte olan Hint uygarlığını söndürdüler.1847. Tıpkı, Amerikanın Irak’ta bilim insanlarını öldürmesi ve müzeleri(tarihi) yağmalaması gibi.

Kapitalizmin ilk sermaye birikimi aşamasında, İngiltere bunu hep yaptı. Bazen Fransızlar ile birlikte yürüttüler, bazen kendi başlarına yaptılar.

Hindistan, 18. ve 19.yüzyıllarında hep İngiltere’nin denetiminde kaldı. Gandi’nin sivil itaatsizlik mücadelesi ile 1935 bağımsız kaldı. Gerçek bağımsızlık II. Dünya Savaşından sonra 1947 de gerçekleşti.

Bu kısa tarih hatırlatması, İngiliz emperyalizmimin Hindistan ilgisinin önemini anlatmak içindir. Yaptığı yağma Hindistan’ın uluslaşmasını ve sanayileşmesini geciktirmiştir. Ancak, şimdi Hindistan’ın hızlı gelişmesi emperyalizmin işine gelmemektedir. Eski oyunlar yeni biçimleri ile yeniden uygulamaya konulmuştur.

Hindistan’ın Bombay kentinde meydana gelen istihbarat operasyonu gelişmekte olan Hindistan’ı Pakistan ile kapıştırmaya yöneliktir. Bunu, o kadar göz göre göre yaptılar ki, sarsınız bu bir istiladır. İngiliz istihbarat birimlerinin yönetiminde büyük bir operasyon yapıldı. Bombay’a saldırıldı.

18. yüzyılda beş bin asker ile yaptığı istilayı bu kez daha az kişi ile yapmak istiyor. İngiltere’de eğittiği Pakistan kökenli istihbarat elemanlarını Hindistan’a gönderdi. Bir kısmını Taç-Mahal Oteline önceden yerleştirdi. Operasyonu başlattı. Operasyon kanlı bitti. Ama emperyalizm amacına ulaştı.

Şimdi bizim basın olayın gerçek yönünü bize anlatmak yerine, bicimi ile uğraşıyor. Neymiş efendim, İçişleri Bakanı hemen istifa etmişmiş, falan. Önemli olan bu operasyonun arkasındaki amaçtır.

Amaç aynı 18. Ve 19. Yüzyıllarda olduğu gibi gelişmekte ve uygarlaşmakta olan Hindistan’ı bir kez daha bölmek. Bu olayın Amerika’dan bağımsız gerçekleştiğini sanmak saflıktır. Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Asya projesi devam ediyor. Hindistan istihbarat teröristlerinin üzerinden İngiliz pasaportunun çıktığını resmen açıkladı.

İşin boyutunun ne derece büyük olduğunu, Rusya ve Hindistan’ın olayın hemen ardından birlikte çalışacaklarını açıklamalarından anlayabiliriz.

Kaynak : http://groups.yahoo.com/group/akilcagi/message/69948

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

Ahmet Taner Kışlalı Gözüyle Orhan Pamuk

Önce, bir romancımızın son kitabının 50 bin adet basıldığı yazıldı. Arkasından kısa sürede 100 binlik bir satışın gerçekleştiği açıklandı. Derken, çıktığı günden beri ikinci cumhuriyetçi çizgisini korumaya özen gösteren Aktüel dergisi, romancıyı Türkiye'nin "bir numaralı aydını ilan etti.

Bu romancımızın adı Orhan Pamuk'tu! Ben bu "büyük" (!) yazarımızın bir romanını okumayı denemiştim. Başladığım şeyi bitirme konusundaki tüm inatçılığıma karşın,bitirememiş tim. Ama "Kara Kitap" basında öylesine övüldü ki, ikinci bir deneye girişmekten kendimi alamadım.

Ve o çabamda da, daha yarıya gelmeden havlu atmak durumunda kaldım. Tahsin Yücel ve Emin Özdemir gibi, çok saydığım isimlerin bu yazarla ilgili oldukça ağır eleştirilerini anımsadım. Ama beğenenlerin de "beğenme hakkı"na saygı duydum. Ta ki... Bir okurum "Kara Kitap"ta gizlenmiş bir bölüme dikkatimi çekinceye kadar... "Çocukluğunda kız kardeşi ile tarlada karga kovalayan sapık bir padişah" gibi bir anlatım vardı bu bölümde! Prof. Çetin Yetkin yönetiminde, "Müdafaa-i Hukuk" adlı çok değerli aylık bir dergi çıkıyor.

İlginç bir rastlantı olarak, derginin Aralık 1998 sayısında, Prof. Fahir İz'in bir incelemesi yayımlandı:

"O. Pamuk'taki Atatürk Anlayışı..." Meğer benim artık okumayı denemediğim kitaplarında daha neler varmış! İşte birkaç örnek: "Sonra kasaba alanına dolanır. Atatürk heykellerine sıçan güvercinleri ayıplar..." "Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına, cumhuriyeti emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu... " "Atatürk'ün leblebi zevkinin ülkemiz için ne büyük felaket olduğunu..." "Sonra bir cumhuriyet, Atatürk, damga pulu havasına girdiğimizi hatırlıyoruz.. ." Sayın İz, 275 sayfalık bir kitapta, tam sekiz yerde ve "hiç gerekmediği halde" Atatürk'e sataşıldığını saptamış. Söyle diyor: "Bunlar kitaptan çıkarılsa hiçbir şey değişmez. Yalnız yazarın kimi ruhsal gereksinimleri tatmin edilmemiş olur!" Kim bilir, belki de Orhan Pamuk'un "en birinci aydın" ilan edilmesinde, bu incelemenin de büyük katkısı olmuştur! Ben, inandıklarını açıkça savunanlara hep saygı duymuşumdur. O düşüncelere karsı olsam bile!

Ama o yürekliliği gösteremeyip de bunu sinsice yapmaya çalışanlara, oraya buraya "bityeniği" sokuşturanlara, hep tiksinerek bakmışımdır. Bunu hep zayıf bir kişiliğin, zavallı bir ruh halinin yansıması olarak görmüşümdür.

Oyun maskesiz oynanmalıdır! Çirkinlikleri gizleyen maskelerin indirilmesini de tüm "gerçek aydınlar" görev saymalıdır! Ve de Pamuk adlı yazarı, isteyen okumalı, isteyen sevmelidir. Ama ne olduğunu, kim olduğunu bilerek! Maskenin arkasındaki gerçek yüzü görerek!..

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

3 Aralık 2008 Çarşamba

Türkler

"Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler; ele geçirdiği ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır. Çünkü Türklerde geliştirme ve yönetme yetisi yoktur. Yalnızca yıkmayı ve savaşmayı bilirler. Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz." Bu metin 23 Haziran 1919 yılında İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Sırbistan, Japonya ve Amerika tarafından imzalanmıştır.

Oysa tarih; bu küstah emperyalistlerin söylediği şeylerin tam tersini yazmıştır. Türklerin İstanbul'u fetihten sonra Avrupa'da ünü yayılmış, Avrupa feodal yapısından boğulan insanlar akın akın Osmanlı'nın merhametli ve adil yönetimine sığınmıştır. Sadece çiftçiler, köylüler değil, Osmanlı topraklarına göç edenler arasında askerler de vardır. Margred Spohn; Avrupa'daki feodalitenin acımasızca ve kafalarına göre halktan vergi aldığı bir dönemde; Osmanlı'da vergilerin; açık, adil ve halkı yormayacak şekilde belirlendiğini duyan bu insanlar, Osmanlı'nın himayesine girmek için göç etmiştir." diye yazar. Hatta Almanya'da Hans Rosenblut isimli yazar, sahneye koyduğu bir tiyatro oyununda; Türklerin gelip Alman aristokratları cezalandıracağı ve halkı kurtaracağını anlatmıştır. Fatih Sultan Mehmet'le aynı dönemde yaşayan ünlü siyaset bilimci Makyavelli; "Türk idaresinin o dönemde var olan tüm idarelerden daha iyi" olduğunu yazmıştır.

Bilim konusunda ise tüm insanlık Türklere çok şey borçludur. Söz konusu küstah emperyalist ülkelerden Amerika'nın keşfinde Piri Reis'in büyük katkısı vardı. Kendini beğenmiş ve Atatürk sayesinde boylarının ölçüsünü almış bu ülkeler; her yere kan ve şiddet götürdüğünü, hiçbir konuda gelişme sağlamadığını ileri sürdükleri Türklerden biri olan İbni Sina'nın eserlerini neden Latince'ye çevirdiklerinin cevabını dahi veremez. Ya Mimar Sinan'a olan hayranlıklarına ne demeli. Varsa yoksa Pasteur diyorlar ama ondan çok önce mikrobu bulan kişinin Fatih Sultan Mehmet'in de hocası olan Akşemseddin olduğunu kendileri de çok iyi biliyor. Ali Kuşçu olmasaydı
matematikte bu kadar ilerleyebilirler miydi acaba?

Sanayideki durum ise bambaşkadır. "Türklerde geliştirme yetisi yoktur" cümlesinin altına imza atan İngiltere neden 1583 yılında Sir William Harborne'u; özellikle kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayisinde, ticari ve teknik konuları öğrenip İngiltere'ye getirmesi için "casus" olarak İstanbul'a gönderdi? Hatta Kraliçe'nin Türk dokumacılık bilgi ve teknolojisine sahip iki tane kumaş boyama ustasını ne pahasına olursa olsun İngiltere'ye getirmesi görevini verdiğini kendileri gibi İngiliz olan Richard Hakluyd isimli yazarın 8 ciltlik ansiklopedisini okusalardı
bilirlerdi.

İngilizler 1583 tarihini çok eski buluyorsa kendilerine 1800'lü yıllardaki casusluklarını hatırlatmak gerek. Batı; tekstili Türklerden öğrenmiş, bu konuda dünyaya nam salan Ankara keçisini ve işlenmemiş tiftik yününü ihraç edip kendileri üretmek istemiştir. Böylece dünyadaki Türk tekelini kırmayı hedeflemişler, ancak; Osmanlı ham tiftik dışsatımını yasaklayınca yasal olmayan yollara başvurmaktan çekinmemişlerdir. Dünya tiftik yünü tekelini Türkiye'nin elinden almak için, Ankara keçilerini kaçırıp uyum sağlayabilecekleri iklime sahip olan Afrika'da üretmeye çalışanlar İngilizler değil miydi? Hatta ilk Ankara keçisi kaçırma operasyonlarından,
Osmanlının haberi olmuş ve kaçırılan 12 teke ile 1 dişi keçinin hepsinin kısırlaştırılmış olduğunu, Osmanlının kendileriyle dalga geçtiğini sonradan fark ettiklerini Sadri Etem "Çıkrıklar Durunca" isimli kitabında anlatmıştır. İngilizlerde çok iyi biliyordu ki 600 yıl boyunca, dünya tekstil devi olan Türklerin önünü kesebilmek için, kumaş ve boyama konusundaki bilgilerini çalmış ve geliştirmişlerdir.

Sadece bu casusluk olayları bile Batı'nın sanayi ve teknolojiyi Doğudan çaldığının ve daha sonra geliştirdiğinin kanıtıdır. Tarih; tüm bu gelişmeleri yazarken söz konusu metine imza atan ukala emperyalistlere İstanbul Hükümetinin veremediği cevabı; 28 Aralık 1919'da Mustafa Kemal Atatürk vermiştir:

"Sözde ulusumuz yetenekten yoksunmuş! Bizler küçük bir aşiretten anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına da girmiş ve 600 yıl ayakta kalan bir İmparatorluk kurmuşuzdur. Bu büyük başarı sadece kılıç zoruyla yapılamaz. Tüm dünya bilir ki; Osmanlı ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla ulaştırır. Bu orduyu aylarca hatta yıllarca besler, giydirir, yönetir. Böylesi bir etkinlik yalnızca ordunun değil; cephe gerisinin de kusursuz bir şekilde yönetildiğinin kanıtıdır."

ŞEBNEM ÖZBEK

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

M. K. Atatürk'ün Milliyetçilik İlkesi

Atatürk'ün Türk gençliğine miras bıraktığı ilkelerin en anlamlılarından biri milliyetçiliktir, kuşkusuz. Milliyetçilik, Türk milletinin siyasal, sosyal ve kültürel bağlamda varoluş gerekçesini ortaya koyan ilkedir. İmparatorluk devrinde, çok milletli yapıyla bir zorunluluk olarak güdülen "Millet sistemi", Türklüğün etnik anlamda bile önemsenmesini imkansız kılmıştı. Ancak toprak kayıplarıyla beraber önce Hıristiyan sonra da Arap unsurlar, devlet sınırları dışında kalınca, devletin kendisini yeniden tanımlama, kodlama zorunluluğu baş gösterdi. Artık "unsurların birliği" veya İslam topluluklarını n karışımı gibi kavramlar devletin yapısını ifade etmez hale gelmişti. Kısacası Osmanlı'nın asırlar boyunca büyük dikkatle sürdüre geldiği tanımlamalar kifayetsiz kalınca Osmanlı'nın o günkü doğrusunu, genç Türkiye Cumhuriyeti'nde sürdürmeye kalkışmak inanılmaz bir yanlış olurdu. İşte milliyetçilik ilkesiyle, Türk yeniden kendini tanımlama, varlık gerekçesini bulma sorununu aşmayı bildi.

Atatürk'ün karşılaştığı en ciddi sorun o güne dek millet bilincinde yaşadığıgerçeğine varmasına engel olunan bir halka millet olduğunu ispat etmekti. Mardin'in de belirttiği gibi hakkında yapılan onca eleştiriye rağmen Atatürk, milliyetçilik ve batılı anlamda bir millet-devlet inşa etmek konusunda pek fazla eleştirilemez. Hatta elindeki topluluğu millet haline dönüştürmesindeki bu başarı Atatürk'ün belki en önemli-kusursuz zaferidir. Atatürk bu bağlamda işe milletin ne olduğunu izah ederek başlar. millet, milliyetçilik dünyanın her yerinde beraberinde millî karakterin özellikleri, hangi unsurların bir topluluğu millet yapmasına yeteceği sorunsalları getirmiştir. Bir cemiyete millet diyebilmek için, o cemiyetin; siyasi, dilsel, ırksal ve kökensel birlikteliği paylaşmasının yanı sıra tarihi ve ahlaki yakınlık ilişkisi içinde bulunması gerekmektedir. Vatan birliği elbette millet olabilme kriterlerinin en yaşamsalları arasındadır.

Türkiye'yi kuran milletin, Türk milleti olduğuna inanan Mustafa Kemal, kendisini daima biyolojik ırkçılığa dayalı sert-totaliter yaklaşımlardan uzakta tutmasını bilmiştir. Onun millet ve milliyetçilik tanımı, barışperver, milletin yaşam ve kaderine yön çizebilme temel hakkını gözeten kültürel bir milliyetçilik tanımıdır. Hayatı boyunca bilimsel ve tarihi tecrübeleri ona milletin suni bir yapılanma olmadığını kanıtlamıştır. Bu açıdan organizmacıdır.

Atatürk'ün yanında bulunan onun hareketlerini izleyen düşünürlere göre yeni devletin milliyetçilik anlayışı çok farklıdır. Bu kesim Atatürk'ün vatan sevgisini kutsallıkla birleştiren, milliyetçiliği sadece tapınma addeden mistik-hayalci milliyetçilik anlayışının karşısındadır. Mistisizme, geçmişe tapınmakla sınırlı bir fetişizme karşı çıkan bu yeni anlayışı Karaosmanoğlu, "Türk Rönesansı" olarak adlandırmaktadı r. Bu bağlamda bir yanlış anlaşılmanın düzeltilmesi gerekmektedir. Kimi sol Kemalist yazarlar, Türk milliyetçiliği akımını kötülemek ve farklı milliyetçilik tartışmaları açmak amacıyla Türk milliyetçiliği fikir sistemine saldırılarda bulunabilmektedirle r. Oysa Türk milliyetçiliği üzerine teorik eserler veren düşünürlerin kitaplarında mistik, geçmişe tapınmakla yetinen milliyetçilik tanımlarının şiddetle yerildiği, gelişmeci, aklı üstün tutan milliyetçilik kuramlarının dile getirildiği görülecektir. Tartışmaya son vermek amacıyla her iki kesimin meseleyi nasıl değerlendirdiğ ine değinilebilir. Sol milliyetçilik ve Atatürk milliyetçiliğinin üzerinde odaklanan kalemler kendisini milliyetçi olarak tanımlayan siyasal akımın temsilcilerinin Türk milliyetçiliği tezlerinden farklı bir Atatürk milliyetçiliği etrafında yoğunlaşmaktadı rlar. Diğer kesimin önde gelen kalemleri ise Türk milliyetçiliği- Atatürk milliyetçiliği gibi farklı kavramlardan söz edilemeyeceğini, Atatürk'ün de gerek eserleri, gerekse de liderlik vasıflarıyla en önde gelen Türk milliyetçilerinden biri olduğunu belirtmektedirler.

Görünen o ki, Atatürk'ün milliyetçiliğe ait görüşleri hem ülkücü hem de akılcıdır. Akılcılığı, "Bugün dünya milletleri akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bir milletin varlık ve saadeti, diğerleriyle bağlantılı hale gelmiştir. İnsanlık kavramı yükselmiştir. Yüksek ideal yolcularının çoğalması gerekmektedir. Ancak bu ideal birbirine yaklaşma idealidir. Milletimi esir etmeyi düşünen bir millet bu arzusundan vazgeçinceye kadar düşmanımdır. Mazlum milletler zalimleri bir gün mahvedecektir. İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, gayri insani bir sistemdir. Milletleri yükselten bir hassa vardır: İntikam hissi. Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Hayatına, ikbaline refahına düşman olanlar bulundukça onu affetmek elimizden gelmez. Düşmana merhamet aciz ve zaaftır. Bu, insanlık göstermek değil, insanlık hassasının yok olduğunu ilan etmektir" sözlerinde yatmaktadır. Ülkücülüğüyse, idealizmiyse; "İnsanlığa yönelmiş fikir hareketi er geç muvaffak olacaktır" anlayışında ve hedeflere varma azminde anlaşılmaktadır.

Dikkat edilirse Mustafa Kemal'in milliyetçilik anlayışında, liderlik vasıfları arasında mantıksız düşmanlıklara yer yoktur. Bir düşman ancak bize düşmanlık etmeye kararlı olduğu müddetçe düşmandır. Yoksa devlet adamlığında, kan davası peşinde koşmak yoktur. Her millet bir biriyle iyi yolda iletişim kurmaya çalışmalı ve en azılı eski düşman bile bu yolda samimiyetini gösterdiği takdirde artık düşman sınıfında sayılmamalıdır. Bu prensip Mustafa Kemal'in dış ilişkilerinde nasıl basanlar, utkular kazandığını kendiliğinden gün yüzüne çıkarmaktadır. Atatürk milliyetçilik söyleminde tekelci veya dışa kapalı olmadığını her fırsatta yineliyor, milliyetçiliğin temel gayesinin milletler ailesinin en üst basamaklarında Türk ulusunun onuruna layık bir yer işgal etmek olduğunu savunuyordu. Neticede Türkiye ve Batı'nın gözünde milliyetçi önderlik kendisine iyi gözle yaklaşan her devlete aynı yaklaşımla karşılıkta bulunmaya hazırdı.

Atatürk Van'dan, Diyarbakır'dan Trakya'ya, Karadeniz'den Akdeniz'e kadar tüm vatandaşların millî cevherin ortak damarları olarak vasıflandırmaktaydı . Tarih potasında kaynaşmış, birbirine duygusal bağlarla bağlanmış insanlara "Türkiye halkları" diye seslenmek Atatürkçü düşünceyle bağdaşmaz. Kemalist önderliğin resmi savı ve samimi düşünceleri Anadolu coğrafyasında tek bir millet yaşadığı gerçeğine odaklanmıştır. Aksi takdirde, egemenliğin kayıtsız şartsız millete bırakılmasının da, pek çok kan dökerek bağımsızlık savaşı vermenin de ne değeri kalırdı ki? Sınıf çatışmasına karşı geliştirilen söylemlerde milliyetçilik anlayışının dayanışmacı niteliği göze çarpar. Türkiye'de Batılı anlamda sınıflar bulunmadığı, aynı fakirliğin ulusun tüm katmanlarınca eşit çekildiği için Atatürk, Türk milletinin birbirine dayanışarak, el ele ve bir bütün halinde gelişmesini öngörür.

Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı, milletten kopuk bir içeriğe sahip değildir. İçinde bizzat bir ülkeyi paylaşan tüm yurttaşları etkileyen vatan mefhumu, demokrasiye bağlılık, insan sevgisi ve insana verilen aşın önem yatmaktadır. Tek adam diktasına özde karşıdır, milletin vatanı için elbirliğiyle, gelecek kaygusuyla çalışmasını ister. Başarı, milli birlikten, bütünleşmeden geçerdi.

Kendi sözlerine dönecek olursak:
"Bir millet için, bir yurt için, gerçek kurtuluş, esenli yaşayış ve tam başarı istiyorsak bunu hiçbir gün bir tek kişiden umup beklememeliyiz. Herhangi bir kişinin başarısı demek milletin bir parçası demektir. Bir milletin başarısı ise o milletin bütün güçlerinin bir arada birikip birleşmesiyle gerçekleşebilir. Eğer ilerde de böyle kazançlara ve başarılara ulaşmak istiyorsak hep öyle davranalım, hep öyle yürüyelim. Çünkü o istenilenler ancak böylelikle elde edilecektir.

Bütün insanlığın varlığını kendi kişiliğinde gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli o adam birey niteliğiyle yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça sevinçli ve mutlu olabilmesi için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktı. Sağduyulu bir adam, ancak bu yolla davranabilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk ancak gelecek kuşakların şerefli varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir."

Bazı araştırmacılar, Atatürk'ün diğer memleketlerle "Yurtta barış, dünyada barış" prensibine dayanan ilişkiler kurma politikası ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında dillendirilen çeşitli hatalı yorumlar nedeniyle, Atatürkçülüğün bir Dış Türkler sorununa sahip olmadığını savlamaktadırlar. Oysa Atatürk'ün savunduğu milliyetçilik tezi Dış Türkler 'Sorununu da dışlamaz. Karal, bu hususu, "Türk milliyetçiliği, milli sınırlarımız dışında yaşayan Türklerle geçmişte aynı tarihe ve bu tarihin meydana getirdiği kültüre ortaklık nedeniyle, onlarla kültür yönünden ilgilidir.

Memleketimizde büyük Batı memleketlerinin kültür heyetleri vardır. Bunlar kendi kültürlerini tanıtmaya ve yaymaya çalışmaktadırlar. Hal bu iken, memleketimiz dışında dilimizi konuşan, halk edebiyatımıza sahip çıkan Türklerle ilişkimiz yok desek bile, bir kültür ilişkisi vardır ve var olmaya devam etmesi de dolaydır." sözleriyle açıklar.

Özkan Bostancı

_____________________Devamını Okumak İçin Tıklayınız!_____________________ Ma.gnolia DiggIt! Del.icio.us Blinklist Yahoo Furl Technorati Spurl Reddit Google

Read more...

“b l o G a s t e s i” A r s i v i

“b l o G a s t e s i” A n k e t l e r i

Sitemizi Nasıl Buldunuz ?

Aşağıdakilerden Hangisi Sizin Siyasi Görüşünüze En Yakın Olandır?

Kategoriler

Türkiye İç Siyaseti ve Tarihi

Türkiye Dış Siyaseti ve Tarihi

Dünya Siyaseti ve Tarihi

Yaşam / Yaşamsal Tarih

Düşündüren Kareler

Kültür / Sanat / Müzik

Edebiyat / Deneme / Şiir

Felsefe / Düşün Dünyası

Kategoriler

Bilim / Teknoloji / Bilgisayar

Sağlık / Doğa / Fen Bilimleri

Olay Yeri İnceleme

Spor

Mizah

Sayfamızı Firefox Veya Chrome İle Görüntülemenizi Tavsiye Ediyoruz

Sayfamızı Firefox Veya Chrome İle Görüntülemenizi Tavsiye Ediyoruz

Son bloGastesi Yazıları

Yazılara Yapılan Son Yorumlar

Bu sitenin bütün hakları mahfuzdur.

Bu sitede yayınlanan tüm yazınsal içerik ve fotoğraflar, telif hakkı sahibinden önceden yazılı izin almadan hiçbir şekilde

yayınlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, herhangi bir şekilde elektronik yolla gönderilemez.

Bu site Creative Commons Attribution - Noncommercial - No Derivative Works 3.0 Unported License' ı ve

CopyScape Web Site Content Copyrights Protection ile korunmaktadır.

Page copy protected against web site content infringement by Copyscape Page copy protected against web site content infringement by Copyscape Page copy protected against web site content infringement by Copyscape
Creative Commons License Creative Commons License Creative Commons License Creative Commons License Creative Commons License

   [bloGastesi.blogspot.com] © 2008 ® bloGastesi™

Sayfa Başına Çıkmak İçinTıklayınız